Spontane hayatım beni yeniden birkaç saat içinde ani bir
manevrayla yollara düşürmeye mecbur etti. Tamam şehirden kaçmak güzelde,
günlerce sürecek bu yolculuğa hava yaklaşık sıfır derecelerde seyrederken,
kaloriferi çalışmayan bir busla katlanmak nasıl olacak? Cevabı tüm vosvosçular
için herhalde aynı. Kaşıntı. Hikayenin başlangıcı 2009’da Kızıltoprak SPX
shop’un önünde gördüğüm turuncu camper. O günden buyana mantıklı kararlar
alamayan ben yine gafil avlanıp düşüyorum yollara.
Yola çıkmadan önce ilk olarak, uzun süredir planını yaptığım
Airtronic d2 yi almak için İkitelli’ye uğradım. Gelmişken V kayışı, platin gibi
yedek parçaları da tamamlayıp tüm eşyalarımı birkaç saat içinde yükledikten
sonra gece yarısı itibariyle yola çıkmaya hazır hale geldim.
Telefonum sonunda gelip çatan tatilin haberini verircesine
çalarken, yataktan zıplayarak kalkıyorum. Bunu yapmak için birkaç yıldır
harcadığım emek, aklımdaki sorular, tecrübesizlik, soğukla birleşince heyecanım
biraz daha artıyor, nihayetinde on iki gün sürecek ilk karavan seyahatim
başlıyor…
Motor yağı, lastik havaları, cam suyu, aydınlatmalar gibi
birçok detayı kontrol ettikten sonra kontağa basıyorum, buz gibi bir havada
yolculuk başlıyor.
Yola çıktıktan sonra hiç de alışık olmadığım yoğunluktaki
E-5 trafiği, Balmumcu sapağına dönmek için beni cesaretlendiriyordu. Sabaha
karşı ilk kesim simitler, Ortaköy’ ün tenha sokaklarıyla birleşince kahvaltıyı sahilde
yapmak elzem hale geldi.
İstanbul’u terk etmeden boğaza karşı son Nescafe’mi de
yudumluyorum. Müzik çalar Mazhar Alanson’dan Bodrum’u tıngırdatmaya başlarken
bus homurdana homurdana Ege’yi keşfetmek için ilerliyordu.
Bus’a kışın bindikten sonra soğukla neredeyse savaşmak
gerekiyor. Bir aracın içinin, dışından nasıl daha soğuk olabileceğini düşünürken
Ankara- İzmir ayrımı geliyor. Aklımın bir köşesinde İzmir’e sapıp yolu kısa
kesmek geliyor ama bu işin kaderi böyle deyip planladığım güzergah üzerinden
devam ediyorum. Şafak ağır ağır sökerken soğuk yüzünden bir türlü geçmeyen
zaman, güneşin kendini göstermesiyle nihayet biraz kırılmaya başlıyor.
KARTEPE, MAŞUKİYE,
SAPANCA
Saat 09:00. Güneş yavaş yavaş Kartepe’ye doğru tırmanırken Maşukiye
köyüne ulaştım. Şehri yukarıdan izlemek için zirveye doğru tırmanmam
gerekiyordu. Hararet problemi beni rampanın başında korkutsa da yolun sağlı sollu,
yeşilin en güzel tonlarını barındırması bunu ötelememe sebep oldu. Dağın
eteklerinde yaşayan insanların garipseyen bakışlarının arasında zirveye
yaklaştıkça yol buzla kaplanıp, mutlu sona ulaşmama engel oluyordu. Olsun her
şerde bir hayır vardır derler ya s2000 kullanmanın nasıl bir haz olduğunu, bus
bana her virajda sadece 50 HP ‘le yaşatmıştı.
Patinaj çekmekten artık tırmanamadığım için zirveye az bir mesafe kala inişe geçiyorum. Motor freni yok. Standart fren işe yaramadığı için oda yok. Kaybedilen 5000 kalori var…
Maşukiye üzerinde irili ufaklı birçok akarsu var. Mevsim ise
yılın en romantik döneminde. Çevreye çürümüş yaprakların rengi hakim. Öğle
yemeğine henüz zaman olduğu için alabalık olayına giremiyoruz.
Sapanca gölü kıyısında biraz yürüyüş yaptıktan sonra aklıma
köfteci Yusuf’un şaheserleri geliyor ve yemek için bir sonraki durağa kadar
sabrediyorum.
Zeytin bahçelerinin arasından kıvrıla kıvrıla devam eden yolun
son durağına vardığımda ise beni bu kapı karşıladı. İstanbul kapısı. Etrafı surlarla
çevrili olan antik kente girmek için mutlaka bu dört kapıdan birini kullanmak
gerekiyor. Diğer kapılar ise Göl kapısı, Lefke kapısı ve Yenişehir kapısı. Üç
medeniyete ev sahipliği yapan İznik surları haricinde çok da fazla kalmamış
tarihi yapılarıyla, halinden mutsuz bir biçimde düzene ayak uydurmaya
çalışıyor. Şehrin en büyük geçim kaynağı ise zeytin ve çinicilik.
Tabiî ki öğle yemeği için tercihim, son iki yıldır müptelası
olduğum köfteci Yusuf.
Açlıktan kurt gibi acıkmış olduğum için masayı anında silip
süpürdükten sonra şehri gezmeye başladım. Sahilde biraz dolaşıp, ara sokaklara
daldım. Göl, tarih, çini ve zeytin; İşte İznik!
Son dönemde çinicilik eğitimi veren atölyeler ve pişirme
fırınlarının sayısının artmasıyla irili ufaklı birçok seramik süs eşyası
sokakların orta yerinde yerini almış durumda.
Göl kıyısında biraz dolaştıktan sonra plajda şezlong kurup
kış güneşinin keyfini çıkarmak bütün yol yorgunluğumu aldı.
Zeytin bahçelerinin arasındaki daracık bir yoldan tekrar ilerlemeye
başladığımda güneş yavaş yavaş ufukta eriyip gidiyordu. Yollar virajlı ve dar
olmasına rağmen kısa zamanda Gemlik’e ulaştım. Bu da İznik’ten ayrılmadan önce çektiğim
son kare…
Gemlik’e ulaştıktan sonra geceyi geçirmek için bus’u sessiz
bir yere çektim. Uykunun (veya uykusuzluğun) ilerleyen saatlerinde anladım ki
sadece sessizlik değil çok sayıda battaniye, yorgan, yün çorap da gerekirmiş.
Hava 2 derece. Bir ara soğuktan kulaklarımın donduğunu hissettiğimde demonte
olan Vebasto’yu kurmak düşüncesi geçiyor aklımdan. Son hatırladığım kenafir
telefonumun yola düşmemi haber veren zilinin tekrar çaldığı.
Mudanya ya doğru ilerlerken şiddetini arttıran yağmur görüşü
iyice düşürmeye başlamıştı. Üstüne üstlük silecek sigortasının atmasıyla üçlü trioyu
tamamlamıştık. Karşı şeritten gelen araçların farları ön camda biriken su
damlacıkları nedeniyle gözlerimde geçici körlük yaratsa da önüme aldığım
kamyonların kırmızı arka stopları sayesinde şeridimde kalmayı başardım. Neyse
ki yolun tenha olması başımın belaya girmesini engelledi.
Gemlik’ten Mudanya’ya ulaşmak için yine bol virajlı daracık
yolların aşılması gerekiyor. İlçedeki her yer tarih dolu. Bulutların kaotik yapısı
panoramalara ayrı bir zenginlik katıyor.
Mudanya’dan çıkıp
Marmara’nın kıyısından Trilye’ye doğru yol alırken uzakta gözüken Kumyaka köyü
çok etkileyici.
Saatin geç olmasına rağmen kahveden başka bir yerde insan
görmek mümkün olmayan köyün sahipleri başıboş köpekler.
Bizans İmparatoru
IV. Konstantinos Porphyrogenetos döneminde 780-797 yılları arasında yapılan Baş
Melek Kilisesi (Taksiyarhon), dünyanın en eski üçüncü Ortodoks kilisesi.
Turizme kazandırmak için yerli halkın çok fazla çaba göstermesine rağmen bürokratik
işlemlerden dolayı kilise atıl durumda uyanmayı bekliyor.
Trilye’nin fenomeni olan bu metruh bina, uzun zaman kullanacağım wallpaperiminda ana öğesini oluşturuyor.
Trilye’ye gelmişken yıllık zeytin stoğunuda yapmak gerekiyor..
Uzun zamandır gitmeyi planlayıp da her seferinde ertelediğim
Cumalıkızık bölgenin hafta sonu kaçamaklarının yapıldığı tarihi bir köy. Cumalıkızık;
İzmir’in Şirince’si gibi yerlilerin günübirlikçileri nasıl soyup soğana
çeviririz fikirleriyle şekillenmiş bir yer. Köye girer girmez bomboş sokaklardan
fırlayan otopark mafyası, köyün içlerine doğru yerini çığırtkan kahvaltı salonu
işletmecilerine bırakıyor.
Bomboş olmasına rağmen burası Türkiye ‘nin en sevilen köy
meydanları arasında.
Gölyazı ise her zamanki gibi çok canlı. Bu köyde yaşayan insanlar
hayret edici şekilde turizme daha doğrusu ekmeklerine sahip çıkıyor.
Cumalıkızık’ın aksine burada yaşayan herkes gelen yabancılara hoş geldiniz
deyip, kapılarının önlerine fazladan bir ortanca saksısı koyuyor.
Yerliler yaptıkları bu küçük dokunuşlarla köyü fotoğraf
cennetine dönüştürmüşler.
Motor kasnak
contasının aşırı yağ kaçırması nedeniyle yol boyunca yağ çubuğunu sürekli kontrol
etmek zorunda kaldım. Gölyazı’da yağı tamamladıktan sonra ik 500 km yi sorunsuz
devirmenin sarhoşluğu falan filan derken İzmir yolları beni bekliyor.
VW T2 nın orijinal donanımında olmamasına rağmen Abbus’un en eksantrik
parçası olan yol bilgisayarı çoğu zaman işimi fazlasıyla gördü. Antremanlarda
kullandığım Kalenji 300 GPS envaye çeşit sürat, lap zamanlarını veriyor. Sonuç hız
göstergesinin net olarak %11 fazla gösterdiği. Çalışmayan sileceğin hava
karardığı zaman güvenliği ne kadar tehlikeli bir duruma düşürdüğünü ne yazık ki
acı bir şekilde tekrar anlıyorum.
Gölyazı’dan çıktıktan sonra İzmir’e kadar, kayda değer pek bir durak
olmadığı için vitesi sürat moduna alıp Balıkesir rampalarına sarmaya başladım. Type-1
motorun düşük torku LPG sistemiyle ödüllendirilince kamyoncu arkadaşlarla kanka
olmak zorunda kalıyoruz. Bu araçla radara girmenin ise çok büyük bir şeref
olduğuna bir kez daha şahit olup type4’lü bir T2 nin hayaliyle yolun kalan
yarısına devam ediyorum.
Çandarlı İzmir’e 100
km mesafede bulunan tarihi bir yarımada. Son zamanlarda devlet babanın
betonlaştırma kültüründen fazlasıyla nasibini alan kasaba, buna rağmen hala
birçok dinamiği sayesinde canlı kalmayı başarıyor. Yakın zamanda yarımadanın çevresine
yapılacak olan liman projesi nedeniyle ne idiğü belirsiz para babalarının,
beldeye koşar adım hücum etmesine rağmen biz geçmişte olduğu gibi gelecekte de
oranın bakir halini özleyip biraz daha hayıflanacağız.
Denizleri kadın gibi
kokan şehrin, savaşçı kadınlarının yarım adaya hediye ettiği Çandarlı kalesi.
Çocukluk döneminden
bu yaşıma kadar bulduğum her fırsatta kaçış noktamız olan bu güzel sahil
beldesi kalesi, taze balıkları ve çok içten insanları nedeniyle önümüzdeki
yüzyılda da muhtemelen benim için çekim gücünü koruyacak.
2007 yılında Rahmi
Koç kültür vakfı tarafından restore edilen kitaplığın terasından Cunda’yı izlemek
çok keyif aldığım bir olay. Bu kez şeytan sofrasına uğramadım ama güneşin,
irili ufaklı adaların üzerinden eriyip yok olması, herhalde adanın her yerine aynı
tonda çekici görüntüler sunuyor.
(Bu tarz gezilerde
manzarasını çok beğendiğim yerlerin panoramalarını stok yapmak niyetindeyim lakin
moraller traş olduğu zamanlarda ilaç niyetine bir tane atmak gerekiyor).
Adanın Arnavut kaldırımlı
yollarında kaç yılda, kaç tur attım bilmiyorum ama bildiğim tek şey Cunda’nın
tarihi birikimi ve sıcaklığının insanı mest ettiği.
Ayvalık, 1740 yılında
Osmanlı tarafından verilen özerklik sonucunda Ege kültürlerinin birleşim
noktası olmuş eski bir metropol. Geçmişini çok iyi biçimde korumuş belde hala
yakın civardaki adalar için bir çekim noktası. Cuma günleri Girit, Midilli gibi
adalardan beldeye hala Rum’lar gelip alışveriş yapıyor.
Cunda adasının sembol
mekanlarından biri olan taş kahve.
Aslında son yıllarda Elif
Şafak’ında dediği gibi yaz aylarının kavurucu sıcaklarından kaçıp, bir yerlere kapanmak
düşüncesi fazlasıyla kafama yatmasına rağmen, bedenime bulaşan windsurf virüsü
nedeniyle istakoz misali kavrulmaktan kaçamıyorum.
Sonbahar. Her zaman iyi
tatilin asıl adresi.
Küçükkuyu’da erzağı
tamaladıktan sonra Geceyi Kazdağları’nda geçirmeye karar verdik. Kazdağları dünyada
Alp’lerden sonra oksijeni en bol olan bölge. Sabaha kadar temiz havanın tadını
çıkarıp, sabah ufak çaplı bir traking organizasyonuna başlıyoruz.
Yol üzerinde bulunan
bu kemerli köprü (Başdeğirmen köprüsü) Roma’lılar tarafından Truva antik
kentine ulaşım için yapılmış. Şu anda ise trekking rotasının en çekici geçiş
noktası olarak kullanılıyor.
Adatepe ve Yeşilyurt
köyleri aslında eski birer Rum köyü. Alaçatı’yla başlayıp Egenin tüm kıyı
kesimine yayılan taş ev kültürü buraları da es geçmemiş. Genellikle metruh
halde bulunan binaların retro perspektif bakış açısıyla yüzüne bakılır hale
getirildiği bu mimari şekli insanların statü ihtiyaçlarını gidermesine de ayrıca
yardımcı oluyor. Yazlık kültürünün içinin dolu olmadığını gören insanlar bu
tarz yapılara çok büyük paralar harcayıp kendilerine yeni dünyalar yaratmak
telaşında. Ha bir de cebinde tonla parası olup memleketin neresini daha fazla
tüketirim diyen doymamış İstanbul ırkı var onlar böyle minik köyler için tehlike
arz etmiyor zira Bodrum ve Çeşme o ırk için çoktan harcanmış durumda..
Abbus 1000 km yi çoktan devirmesine rağmen herhangi bir sıkıntı çıkarmıyor başımıza. Şanslıyız.
Başrolünde Brad Pitt'in yer aldığı 'Truva' (Troy) filminde kullanıldıktan sonra Warner Bros. tarafından Çanakkale'ye armağan edilen Truva atı..
Babalık peynir helvası..
Eceabat Feribotuna binerken
objektifime en son takılan bu minik kedi kalabalıktan tırsmış şekilde
güneşlenmekle meşguldü.
1856 yılında Osmanlı
imp. Döneminde yapılan Gelibolu feneri.
Fenerler, sisli
günlerde denizcilere yönünü göstermeye yarayan yapılar olmasına rağmen artık
sadece bir ritüeli temsil ediyor. Günümüz şartlarında sadece yönünü tayin
edemeyen trolcülerin gözlerindeki bokehleri yok etmek için kullanılsalar…
Hora feneri 1861 yılında Fransızlar tarafından yapılmış. Demir gövdesi
sayesinde fener adeta bir castle görünümünde.
6 yıl önce yaşamaya
başladığım İstanbul ile bir türlü barışamamış olmam nedeniyle Avrupa kıtasına
geçer geçmez nedeni belli olmayan melankolik ruh hali, tekrar bedenime hakim
oluyor. Gelibolu’yu geçtikten sonra Marmara kıyısından ayrılmadan Şarköy, Mürefte
gibi kasabalara uğruyorum.
Rotada Uçmakdere
dışında pek etkileyici bir köşe gözükmüyor. Sahildeki yoldan Tekirdağ’a
giderken istemeyerek de olsa 15 km kadar off-road yapıyoruz. Şaka değil
bildiğiniz jeep gruplarıyla kafa kafa ya geliyoruz, alt takımdan ilginç sesler
gelmeye başlıyor. Bir ara yamaç paraşütleri dolanmaya başlıyor etrafımda…
Ve tekrar İstanbul. 12
gün boyunca ayrı kaldığım şehirde insanı bunaltan beton yığını, para hırsı,
birbirine düşman trafik canavarları triosu çirkinliğinden hiç bir şey
kaybetmemiş şekilde beni bekliyor. Sonunda bilmem kim rezidansa varıp,
robotvari hayatımıza hız kesmeden devam ediyoruz. Ta ki bir sonraki roadtrip
organizasyonuna kadar.
Ha bu fotoğrafı niye
koydum derseniz kendimi şehirde huzurlu hissettiğim nadir yerlerden biri burası.
Şaşıracaksınız ama burası İstanbul. Ara sıra özüme dönmek için uğruyorum.
Alıcılarınızla oynamayın burası gerçekten İstanbul. Atatürk arboretumu. Belgrad
ormanı.