31 Mart 2013 Pazar

Bu bi yolculuk.. İstanbul Maşukiye Sapanca İznik Gemlik Mudanya Cumalıkızık Gölyazı Çandarlı Cunda Adası Kazdağları Adatepe Yeşilyurt Çanakkale Gelibolu Uçmakdere İstanbul...

Spontane hayatım beni yeniden birkaç saat içinde ani bir manevrayla yollara düşürmeye mecbur etti. Tamam şehirden kaçmak güzelde, günlerce sürecek bu yolculuğa hava yaklaşık sıfır derecelerde seyrederken, kaloriferi çalışmayan bir busla katlanmak nasıl olacak? Cevabı tüm vosvosçular için herhalde aynı. Kaşıntı. Hikayenin başlangıcı 2009’da Kızıltoprak SPX shop’un önünde gördüğüm turuncu camper. O günden buyana mantıklı kararlar alamayan ben yine gafil avlanıp düşüyorum yollara.

Yola çıkmadan önce ilk olarak, uzun süredir planını yaptığım Airtronic d2 yi almak için İkitelli’ye uğradım. Gelmişken V kayışı, platin gibi yedek parçaları da tamamlayıp tüm eşyalarımı birkaç saat içinde yükledikten sonra gece yarısı itibariyle yola çıkmaya hazır hale geldim.

Saat sabah 04:00.

Telefonum sonunda gelip çatan tatilin haberini verircesine çalarken, yataktan zıplayarak kalkıyorum. Bunu yapmak için birkaç yıldır harcadığım emek, aklımdaki sorular, tecrübesizlik, soğukla birleşince heyecanım biraz daha artıyor, nihayetinde on iki gün sürecek ilk karavan seyahatim başlıyor… 

    İSTANBUL


Motor yağı, lastik havaları, cam suyu, aydınlatmalar gibi birçok detayı kontrol ettikten sonra kontağa basıyorum, buz gibi bir havada yolculuk başlıyor.


Yola çıktıktan sonra hiç de alışık olmadığım yoğunluktaki E-5 trafiği, Balmumcu sapağına dönmek için beni cesaretlendiriyordu. Sabaha karşı ilk kesim simitler, Ortaköy’ ün tenha sokaklarıyla birleşince kahvaltıyı sahilde yapmak elzem hale geldi.  


İstanbul’u terk etmeden boğaza karşı son Nescafe’mi de yudumluyorum. Müzik çalar Mazhar Alanson’dan Bodrum’u tıngırdatmaya başlarken bus homurdana homurdana Ege’yi keşfetmek için ilerliyordu.

Bus’a kışın bindikten sonra soğukla neredeyse savaşmak gerekiyor. Bir aracın içinin, dışından nasıl daha soğuk olabileceğini düşünürken Ankara- İzmir ayrımı geliyor. Aklımın bir köşesinde İzmir’e sapıp yolu kısa kesmek geliyor ama bu işin kaderi böyle deyip planladığım güzergah üzerinden devam ediyorum. Şafak ağır ağır sökerken soğuk yüzünden bir türlü geçmeyen zaman, güneşin kendini göstermesiyle nihayet biraz kırılmaya başlıyor.

KARTEPE, MAŞUKİYE, SAPANCA

Saat 09:00. Güneş yavaş yavaş Kartepe’ye doğru tırmanırken Maşukiye köyüne ulaştım. Şehri yukarıdan izlemek için zirveye doğru tırmanmam gerekiyordu. Hararet problemi beni rampanın başında korkutsa da yolun sağlı sollu, yeşilin en güzel tonlarını barındırması bunu ötelememe sebep oldu. Dağın eteklerinde yaşayan insanların garipseyen bakışlarının arasında zirveye yaklaştıkça yol buzla kaplanıp, mutlu sona ulaşmama engel oluyordu. Olsun her şerde bir hayır vardır derler ya s2000 kullanmanın nasıl bir haz olduğunu, bus bana her virajda sadece 50 HP ‘le yaşatmıştı.



Patinaj çekmekten artık tırmanamadığım için zirveye az bir mesafe kala inişe geçiyorum. Motor freni yok. Standart fren işe yaramadığı için oda yok. Kaybedilen 5000 kalori var…


Maşukiye üzerinde irili ufaklı birçok akarsu var. Mevsim ise yılın en romantik döneminde. Çevreye çürümüş yaprakların rengi hakim. Öğle yemeğine henüz zaman olduğu için alabalık olayına giremiyoruz.


Sapanca gölü kıyısında biraz yürüyüş yaptıktan sonra aklıma köfteci Yusuf’un şaheserleri geliyor ve yemek için bir sonraki durağa kadar sabrediyorum.

     İZNİK






Zeytin bahçelerinin arasından kıvrıla kıvrıla devam eden yolun son durağına vardığımda ise beni bu kapı karşıladı. İstanbul kapısı. Etrafı surlarla çevrili olan antik kente girmek için mutlaka bu dört kapıdan birini kullanmak gerekiyor. Diğer kapılar ise Göl kapısı, Lefke kapısı ve Yenişehir kapısı. Üç medeniyete ev sahipliği yapan İznik surları haricinde çok da fazla kalmamış tarihi yapılarıyla, halinden mutsuz bir biçimde düzene ayak uydurmaya çalışıyor. Şehrin en büyük geçim kaynağı ise zeytin ve çinicilik.
Tabiî ki öğle yemeği için tercihim, son iki yıldır müptelası olduğum köfteci Yusuf.


Açlıktan kurt gibi acıkmış olduğum için masayı anında silip süpürdükten sonra şehri gezmeye başladım. Sahilde biraz dolaşıp, ara sokaklara daldım. Göl, tarih, çini ve zeytin; İşte İznik!
Son dönemde çinicilik eğitimi veren atölyeler ve pişirme fırınlarının sayısının artmasıyla irili ufaklı birçok seramik süs eşyası sokakların orta yerinde yerini almış durumda.





Göl kıyısında biraz dolaştıktan sonra plajda şezlong kurup kış güneşinin keyfini çıkarmak bütün yol yorgunluğumu aldı.


Zeytin bahçelerinin arasındaki daracık bir yoldan tekrar ilerlemeye başladığımda güneş yavaş yavaş ufukta eriyip gidiyordu. Yollar virajlı ve dar olmasına rağmen kısa zamanda Gemlik’e ulaştım. Bu da İznik’ten ayrılmadan önce çektiğim son kare…

       GEMLİK

Gemlik’e ulaştıktan sonra geceyi geçirmek için bus’u sessiz bir yere çektim. Uykunun (veya uykusuzluğun) ilerleyen saatlerinde anladım ki sadece sessizlik değil çok sayıda battaniye, yorgan, yün çorap da gerekirmiş. Hava 2 derece. Bir ara soğuktan kulaklarımın donduğunu hissettiğimde demonte olan Vebasto’yu kurmak düşüncesi geçiyor aklımdan. Son hatırladığım kenafir telefonumun yola düşmemi haber veren zilinin tekrar çaldığı.



Mudanya ya doğru ilerlerken şiddetini arttıran yağmur görüşü iyice düşürmeye başlamıştı. Üstüne üstlük silecek sigortasının atmasıyla üçlü trioyu tamamlamıştık. Karşı şeritten gelen araçların farları ön camda biriken su damlacıkları nedeniyle gözlerimde geçici körlük yaratsa da önüme aldığım kamyonların kırmızı arka stopları sayesinde şeridimde kalmayı başardım. Neyse ki yolun tenha olması başımın belaya girmesini engelledi.

         MUDANYA


Gemlik’ten Mudanya’ya ulaşmak için yine bol virajlı daracık yolların aşılması gerekiyor. İlçedeki her yer tarih dolu. Bulutların kaotik yapısı panoramalara ayrı bir zenginlik katıyor.



      KUMYAKA

Mudanya’dan çıkıp Marmara’nın kıyısından Trilye’ye doğru yol alırken uzakta gözüken Kumyaka köyü çok etkileyici.


Saatin geç olmasına rağmen kahveden başka bir yerde insan görmek mümkün olmayan köyün sahipleri başıboş köpekler.





Bizans İmparatoru IV. Konstantinos Porphyrogenetos döneminde 780-797 yılları arasında yapılan Baş Melek Kilisesi (Taksiyarhon), dünyanın en eski üçüncü Ortodoks kilisesi. Turizme kazandırmak için yerli halkın çok fazla çaba göstermesine rağmen bürokratik işlemlerden dolayı kilise atıl durumda uyanmayı bekliyor.

      TRİLYE


Trilye’nin fenomeni olan bu metruh bina, uzun zaman kullanacağım wallpaperiminda ana öğesini oluşturuyor.





Trilye’ye gelmişken yıllık zeytin stoğunuda yapmak gerekiyor..

                          

        CUMALIKIZIK


Uzun zamandır gitmeyi planlayıp da her seferinde ertelediğim Cumalıkızık bölgenin hafta sonu kaçamaklarının yapıldığı tarihi bir köy. Cumalıkızık; İzmir’in Şirince’si gibi yerlilerin günübirlikçileri nasıl soyup soğana çeviririz fikirleriyle şekillenmiş bir yer. Köye girer girmez bomboş sokaklardan fırlayan otopark mafyası, köyün içlerine doğru yerini çığırtkan kahvaltı salonu işletmecilerine bırakıyor.






Bomboş olmasına rağmen burası Türkiye ‘nin en sevilen köy meydanları arasında.



        GÖLYAZI


Gölyazı ise her zamanki gibi çok canlı. Bu köyde yaşayan insanlar hayret edici şekilde turizme daha doğrusu ekmeklerine sahip çıkıyor. Cumalıkızık’ın aksine burada yaşayan herkes gelen yabancılara hoş geldiniz deyip, kapılarının önlerine fazladan bir ortanca saksısı koyuyor.



Yerliler yaptıkları bu küçük dokunuşlarla köyü fotoğraf cennetine dönüştürmüşler.




Motor kasnak contasının aşırı yağ kaçırması nedeniyle yol boyunca yağ çubuğunu sürekli kontrol etmek zorunda kaldım. Gölyazı’da yağı tamamladıktan sonra ik 500 km yi sorunsuz devirmenin sarhoşluğu falan filan derken İzmir yolları beni bekliyor.


VW T2 nın orijinal donanımında olmamasına rağmen Abbus’un en eksantrik parçası olan yol bilgisayarı çoğu zaman işimi fazlasıyla gördü. Antremanlarda kullandığım Kalenji 300 GPS envaye çeşit sürat, lap zamanlarını veriyor. Sonuç hız göstergesinin net olarak %11 fazla gösterdiği. Çalışmayan sileceğin hava karardığı zaman güvenliği ne kadar tehlikeli bir duruma düşürdüğünü ne yazık ki acı bir şekilde tekrar anlıyorum.

Gölyazı’dan çıktıktan sonra İzmir’e kadar, kayda değer pek bir durak olmadığı için vitesi sürat moduna alıp Balıkesir rampalarına sarmaya başladım. Type-1 motorun düşük torku LPG sistemiyle ödüllendirilince kamyoncu arkadaşlarla kanka olmak zorunda kalıyoruz. Bu araçla radara girmenin ise çok büyük bir şeref olduğuna bir kez daha şahit olup type4’lü bir T2 nin hayaliyle yolun kalan yarısına devam ediyorum.

        İZMİR


ÇANDARLI


Çandarlı İzmir’e 100 km mesafede bulunan tarihi bir yarımada. Son zamanlarda devlet babanın betonlaştırma kültüründen fazlasıyla nasibini alan kasaba, buna rağmen hala birçok dinamiği sayesinde canlı kalmayı başarıyor. Yakın zamanda yarımadanın çevresine yapılacak olan liman projesi nedeniyle ne idiğü belirsiz para babalarının, beldeye koşar adım hücum etmesine rağmen biz geçmişte olduğu gibi gelecekte de oranın bakir halini özleyip biraz daha hayıflanacağız.


Denizleri kadın gibi kokan şehrin, savaşçı kadınlarının yarım adaya hediye ettiği Çandarlı kalesi.


Çocukluk döneminden bu yaşıma kadar bulduğum her fırsatta kaçış noktamız olan bu güzel sahil beldesi kalesi, taze balıkları ve çok içten insanları nedeniyle önümüzdeki yüzyılda da muhtemelen benim için çekim gücünü koruyacak.



        CUNDA


2007 yılında Rahmi Koç kültür vakfı tarafından restore edilen kitaplığın terasından Cunda’yı izlemek çok keyif aldığım bir olay. Bu kez şeytan sofrasına uğramadım ama güneşin, irili ufaklı adaların üzerinden eriyip yok olması, herhalde adanın her yerine aynı tonda çekici görüntüler sunuyor.
(Bu tarz gezilerde manzarasını çok beğendiğim yerlerin panoramalarını stok yapmak niyetindeyim lakin moraller traş olduğu zamanlarda ilaç niyetine bir tane atmak gerekiyor).


Adanın Arnavut kaldırımlı yollarında kaç yılda, kaç tur attım bilmiyorum ama bildiğim tek şey Cunda’nın tarihi birikimi ve sıcaklığının insanı mest ettiği.

Ayvalık, 1740 yılında Osmanlı tarafından verilen özerklik sonucunda Ege kültürlerinin birleşim noktası olmuş eski bir metropol. Geçmişini çok iyi biçimde korumuş belde hala yakın civardaki adalar için bir çekim noktası. Cuma günleri Girit, Midilli gibi adalardan beldeye hala Rum’lar gelip alışveriş yapıyor.


Peace…



Cunda adasının sembol mekanlarından biri olan taş kahve.

Aslında son yıllarda Elif Şafak’ında dediği gibi yaz aylarının kavurucu sıcaklarından kaçıp, bir yerlere kapanmak düşüncesi fazlasıyla kafama yatmasına rağmen, bedenime bulaşan windsurf virüsü nedeniyle istakoz misali kavrulmaktan kaçamıyorum.

Sonbahar. Her zaman iyi tatilin asıl adresi.



Ayvalık sokakları.


         KAZDAĞLARI ve MIHLI ÇAYI 



Küçükkuyu’da erzağı tamaladıktan sonra Geceyi Kazdağları’nda geçirmeye karar verdik. Kazdağları dünyada Alp’lerden sonra oksijeni en bol olan bölge. Sabaha kadar temiz havanın tadını çıkarıp, sabah ufak çaplı bir traking organizasyonuna başlıyoruz.


Yol üzerinde bulunan bu kemerli köprü (Başdeğirmen köprüsü) Roma’lılar tarafından Truva antik kentine ulaşım için yapılmış. Şu anda ise trekking rotasının en çekici geçiş noktası olarak kullanılıyor.




         YEŞİLYURT ADATEPE


Adatepe ve Yeşilyurt köyleri aslında eski birer Rum köyü. Alaçatı’yla başlayıp Egenin tüm kıyı kesimine yayılan taş ev kültürü buraları da es geçmemiş. Genellikle metruh halde bulunan binaların retro perspektif bakış açısıyla yüzüne bakılır hale getirildiği bu mimari şekli insanların statü ihtiyaçlarını gidermesine de ayrıca yardımcı oluyor. Yazlık kültürünün içinin dolu olmadığını gören insanlar bu tarz yapılara çok büyük paralar harcayıp kendilerine yeni dünyalar yaratmak telaşında. Ha bir de cebinde tonla parası olup memleketin neresini daha fazla tüketirim diyen doymamış İstanbul ırkı var onlar böyle minik köyler için tehlike arz etmiyor zira Bodrum ve Çeşme o ırk için çoktan harcanmış durumda..

                         




                        
Abbus 1000 km yi çoktan devirmesine rağmen herhangi bir sıkıntı çıkarmıyor başımıza. Şanslıyız.

                           

          ÇANAKKALE


Başrolünde Brad Pitt'in yer aldığı 'Truva' (Troy) filminde kullanıldıktan sonra Warner Bros. tarafından Çanakkale'ye armağan edilen Truva atı..








Babalık peynir helvası..


Eceabat Feribotuna binerken objektifime en son takılan bu minik kedi kalabalıktan tırsmış şekilde güneşlenmekle meşguldü.

         GELİBOLU



1856 yılında Osmanlı imp. Döneminde yapılan Gelibolu feneri.

Fenerler, sisli günlerde denizcilere yönünü göstermeye yarayan yapılar olmasına rağmen artık sadece bir ritüeli temsil ediyor. Günümüz şartlarında sadece yönünü tayin edemeyen trolcülerin gözlerindeki bokehleri yok etmek için kullanılsalar…

          HOŞKÖY


Hora feneri 1861 yılında Fransızlar tarafından yapılmış. Demir gövdesi sayesinde fener adeta bir castle görünümünde.


6 yıl önce yaşamaya başladığım İstanbul ile bir türlü barışamamış olmam nedeniyle Avrupa kıtasına geçer geçmez nedeni belli olmayan melankolik ruh hali, tekrar bedenime hakim oluyor. Gelibolu’yu geçtikten sonra Marmara kıyısından ayrılmadan Şarköy, Mürefte gibi kasabalara uğruyorum.

          UÇMAKDERE



Rotada Uçmakdere dışında pek etkileyici bir köşe gözükmüyor. Sahildeki yoldan Tekirdağ’a giderken istemeyerek de olsa 15 km kadar off-road yapıyoruz. Şaka değil bildiğiniz jeep gruplarıyla kafa kafa ya geliyoruz, alt takımdan ilginç sesler gelmeye başlıyor. Bir ara yamaç paraşütleri dolanmaya başlıyor etrafımda…



Ve tekrar İstanbul. 12 gün boyunca ayrı kaldığım şehirde insanı bunaltan beton yığını, para hırsı, birbirine düşman trafik canavarları triosu çirkinliğinden hiç bir şey kaybetmemiş şekilde beni bekliyor. Sonunda bilmem kim rezidansa varıp, robotvari hayatımıza hız kesmeden devam ediyoruz. Ta ki bir sonraki roadtrip organizasyonuna kadar.


Ha bu fotoğrafı niye koydum derseniz kendimi şehirde huzurlu hissettiğim nadir yerlerden biri burası. Şaşıracaksınız ama burası İstanbul. Ara sıra özüme dönmek için uğruyorum. Alıcılarınızla oynamayın burası gerçekten İstanbul. Atatürk arboretumu. Belgrad ormanı.

 1670 km.  Aralık 2012..












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder