1.GÜN
Kütahya-Çavdarhisar
Uzun zamandır
planladığım bir güzergah olan İzmir, Kütahya, Eskişehir, Bolu, İstanbul
seyahatine soğuk bir kış tatilinde nihayet başlayabildim. Aslında bu rotanın
bahar aylarında kat edilmesi görsel ve konfor açısından daha mantıklı olsa da,
mevcut zaman sıkıntısı nedeniyle kışın ortasında yola düşmekten başka çare
yoktu. Aracın Webasto bakımı, motor, yürüyen aksam kontrollerini yaptıktan
sonra çıktığım yolda ilk durak Kütahya’nın Çavdarhisar ilçesindeki Aizanoi
antik kenti. Bölge Kütahya şehir merkezine 60 km uzaklık da ve Çavdarhisar
ilçesinin birkaç kilometre Kuzeyinde bulunuyor. Efes, Bergama, Side gibi antik
şehirlere çok benzeyen alanda, Zeus tapınağı ve bir tiyatro-stadyum bulunuyor.
Antik kent,
girişinde hala kullanımda olan tarihi bir köprüyle karşılıyor misafirlerini.
Sabah saatin çok
erken olması, uzun pozlamadan da yansıma fotoğrafı çekebilmeme fırsat verdi.
Köprüyü geçip ilerlediğimizde ise solda Zeus tapınağı bulunuyor. Zeus
tapınağının bir kısmı yıkılmış ve sütünlar ayakta zor durur durumda.
Tapınağın önünde bulunan kadın büstü biçimli akroter,
tapınağın yalnızca Zeus'a adanmamış olabileceğini gösteren bir işaret diyor
viki.
Ve bütün turizm eklerine konu olan akroteri, tapınağı da
tasvir edecek biçimde çekmeye çalıştığım kare.
Aizanoi’nin fenomen karesi.
Zeus tapınağından çıkıp Kuzey’e doğru ilerledikçe
sırasıyla Roma hamamı, stadyum ve antik tiyatro geliyor.
Zeus tapınağının sabah ayazındaki uzak görüntüsü.
Roma hamamı.
Dünyanın ilk borsası, Aizonai antik kentinde
kurulmuş.
Hamamın hemen önündeki toprak yol ise birkaç yüz metre
ileride stadyuma ulaşıyor.
Tiyatronun
büyük bir bölümü yıkılmış. Stadyum ve tiyatronun bitişik olması, antik dönemde
bugüne kadar hiç karşılaşılmamış bir mimari örneği(miş).
Aizonai antik
kentinden ayrılmadan önce bir sonraki durak yakın olmadığı için kahvaltı molası
veriyorum. Havanın ısınması ile birlikte kahvaltı sofrasını T2 Camper’lerin en
sevdiğim özelliği olan araç dışına doğru açılan masada kuruyorum. Antik kentin
üzerinde güneş yavaş yavaş yükselirken Kütahya şehir merkezine doğru hareket
zamanı geliyor.
Kütahya
Kütahya
Üniversite öğrencilerinin ve Er eğitim alayının kalkındırdığı ufak bir şehir.
Askeri öğrencilik yıllarımda dağlarında yattığım, mecburiyet caddesinde
turladığım ve herkes gibi vazonun önünde buluştuğum bir yer aklımda kalan. Ha
birde soğuk iklimi meşhur. Ama şans bu sefer bana yardım etti ve son olarak
sekiz sene önce ilk kez gördüğüm şehri güneşli bir günde tekrar gezme fırsatı
buldum. Son derece sakin olan şehir merkezi aslında sosyal açıdan tamamen
Eskişehir’e bağımlı halde. Kentin her yerinde çini kaplamalı vazolar, süsler
var. Aslına bakılırsa Çini’yi işleme sanatının bir ritüele dönüşmemesi için
katma değeri olan ürünlerde kullanılması şart. Böyle bir sanat var ortada ama
pek kimsenin haberi yok gibi. Bu sancıyı, Türk sanat müziğiyle ilgilendiğim
dönemlerde de hissetmiştim. Ortada müthiş bir performans var ama sihirli biri
dokunup, malzemeyi günümüz dünyasına uydurmadığı sürece hak ettiği değeri
yeterince göremeyecek gibi…
Kütahya şehir
merkezinde bulunan Ulu Cami, kentin en büyük ve gösterişli camisi. Yıldırım
Beyazıd döneminde yapılan Camiye Mimar Sinan’ın da eli de değmiş.
Kütahya çini
müzesi.
Yeşil Camii.
Çinileriyle
ünlü “Çinili Camii”.
Germiyan sokakta restore edilen Kütahya konakları ise
kentin çekim merkezi durumunda.
Kütahyanın en meşhur yiyeceği budur ve benim en büyük
favorimdir. Haşhaşlı börekJ..
Frig Vadisi
Kütahya Eskişehir arasında bulunan Frigya bölgesi,
Namıdeğer Frig vadisine, Porsuk çayının eşliğinde akşama doğru
ulaşabildim.Volkan tüfü denilen taş yapısının bölgede çok bulunması ve işlenebilmesinin kolay olması nedeniyle zamanında burada bir takım arkadaşlar yaşamış. Bunlarda o arkadaşların yaptığı kaya mezarları..
Tabiki bütün memleketin oyuklarında olduğu gibi burada da mangal,
bira şişesi ve spreylerle yazılmış nağmeler mevcut..
Eskişehir
Eskişehir. Daha keşfedecek onlarca yer var iken bir türlü
vazgeçemediğim güzel şehir.Sanatçının elinde bir şehir sanatla nasıl yoğulur,
siyasete bulaşmadan problemler nasıl halledilir ve nasıl mutlu insanların
olduğu bir şehir yaratılır? Cevabı: Yılmaz Büyükerşen. O bir adam.
Sazova parkı yakın zamanda açılmasına rağmen halkın çok fazla ilgi
gösterdiği bir alan. Özellikle hafta sonları birçok kişi tarafından ziyaret
edilen park temiz ve bakımlı. Ayrıca gayet medeni ve herkese yetecek kadar
geniş bir alana sahip. İçerisinde sanat ve bilimle alakalı kompleksler mevcut.
Sevgili İzmir’imizin saygıdeğer Büyükşehir belediye başkanına da bu parkı
inceleyip kendisine yeni misyonlar edinmesini, büyük bir heyecanla temenni
ediyoruz.
Şehir merkezindeki Odunpazarı evleri bölgenin çekim merkezi halinde.
Birçok sanat galerisi ve atölyenin bulunduğu bölge, aslında şehrin tarihi
noktalarının canlandırılmasının bölgeye ne kadar enerji getirdiğinin
göstergesi.
Atlıhan el sanatları çarşısı Kurşunlu Cami ve Külliyesinin
civarındaki geniş avlulu ahşab bir tarihi han. Alt kattan atölyeler, üst katta
ise el yapımı turistik eşyalar satılıyor.
Kurşunlu Cami ve Külliyesi Odunpazarı evlerinin en
yukarısında bulunan, içerisinde dünyanın ilk Lületaşı müzesi ve cam sanat
atölyelerinin bulunduğu tarihi bir yapı.
Günün yorguluğu, Külliyeden yükselen Ney sesi ile birleşince bahçedeki bankta bir koca
saat kafa dinleme fırsatım oldu. Benden sonraki çift muhtemelen ortamın
atmosferinden etkilenen diğer kurbanlar.
Bir sonraki durak ziyaretçi akını yüzünden, girmek için
yaklaşık bir saat sırada beklediğim Yılmaz Büyükerşen balmumu heykeller müzesi.
Müze, başkanın yıllar boyunca yaptığı 120 farklı heykelden oluşuyor.
Usta iş başında.
Eskişehir Adalar bölgesi, çarşının ve Porsuk çayının
birleştiği kalabalık bir üçgen.
Haller gençlik merkezi Cumhuriyet döneminde meyve sebze
hali olarak kullanılan eski bir depo. Şehir merkezinde kötü bir görüntü
oluşturduğu düşünüldüğü için, yıkılması düşünülürken, Büyükerşen tarafından mimarisi
korunarak restore edilmiş. Yapımında Landra’daki “Covent Garden”, Hamburg’daki
çiçek hali binasından esinlenilmiş. İki katlı olan yapının üst katında bir
tiyatro, alt katında ise kafeler ve şarap evleri bulunuyor. Doğu ve Batı
kültürünü sentezleyen mekanın atmosferi çok çekici.
Mazlumlar muhallebicisi ise favori mekanım. Alt katta
bulunan tatlıcının en meşhur ürünü su muhallebisi. Diğer tatlılarıda enfes
gözükmesine rağmen, Eskişehir’in diğer güzel yemeklerine de yer kalması
amacıyla çok geç olmadan çarşının yolunu tutmam gerek.
Papağan çiğ börek ise bir çok yeme içme mekanı arasında en
kalabalık olanı. İçeride yer bulmanın neredeyse imkansız olduğu mekanın tek
dikkat edilesi tarafı yeni pişmiş böreklerin ağzınızı yakmaması için yemeden
önce biraz soğutulmasının gerektiği.
Çok aç olduğum için fotoğraf çekmek son parçada aklıma
geldi.
Karakedi bozacısı ise içinde yer bulmakta zorlanacağınız
bir başka favori mekan. Boza, mısır fermantasyonu ile yapılan, tatlı ve yoğun
kıvamı olan bir içecek. İçecek dedim ama, yeniliyor mu, içiliyor mu ben
yıllardır çözemedim. Leblebi ve tarçınla zenginleştirebiliyorsunuz ama kalori
bombası olduğu için biraz dikkat etmek gerek.
Karakedi bozacısının hemen karşı sokağında ise bir başka
tarihi mekan olan Tatlıdil köftecisi bılunuyor. Üzüm şırası ve Piyaz, köftenin
en iyi arkadaşları.
Son iki yıldan bu yana Eskişehir’e hiç uğrayamamış olsam
da, şehir her geçen gün beni şaşırtacak kadar büyüyor ve zenginleşiyor. Fiziken
benzeyen hiçbir tarafı olmasa da, doğup büyüdüğüm yer olan İzmir’e çok
benzettiğim bu şehir, insanlarının hayat tarzı, gece hayatı, özgürlük ve bir
sanatçının elinde şekillenmiş olmasından dolayı benim için her zaman çekiciliğini
koruyacak nadir yerlerden biri.
Eskişehirde gece yarısına yaklaşırken uğradığım son yer ise Varuna gezgin isimli
mekan. Burayı fanatiği olduğum İz tv sayesinde tanıma fırsatım oldu. 2004
yılında iki sırt çantalı gezgin tarafında açılan mekan, dünyanın çeşitli
yerlerini gezerken edindikleri tecrübeleri paylaştıkları bir nokta. Kendileri
ile iletişim halinde oldukları insanlara konaklama ve rehberlik hizmeti
veriyorlar. Sırt çantası, mat, uyku tulumu, kamp gereçleri kiralıyorlar. Grubun
asıl felsefesi ise özgür ruhlu olmak. Bunun için paranın hiç önemli olmadığını
söylüyorlar. 21 günde 100 Dolar ile kara yolunu kallanarak
Hindistan/Katmandu’ya gittiklerini ballandıra ballandıra anlattıklarında buna
çok şaşırmıştım. Farklı kültürleri tanımak, değişik atmosferlerde soluk almak
için Avrupa’ya takılı kalmak zorunda olmadığımızı çok net şekilde ifade
ediyorlar.
Durum benim için daha farklı aslında. 2013 yılı itibariyle,
nihayet tanıyabildiğim triathlon sporu sayesinde bir çok uzun mesafe bisiklet
antremanı yapma fırsatım oldu. Bisiklet ile çıktığım turlarda çok farklı yerler
gördüm. Bisiklet aslında özgürlüğün en büyük sembolü.
Klasik Volkswagen'ler yolda iken doğaya biraz daha fazla
karbon salınımı yapsa da, bisiklet kullanımı/turizmi bunu fazlasıyla absorbe
edebiliyor ve bunun dünyanın geleceği için ne kadar gerekli olduğu çok açık.
Bolu-Mudurnu
Eskişehir’de güzel bir gece geçirdikten sonra, çok yorulmuştum. Buna rağmen plana uyarak Bolu’ya hareket etmek için kendimi cesaretlendirmem gerekiyordu. Planıma göre gece Mudurnu’da konaklayıp, sabah köy atmosferinde uyanmak vardı. Yollara düşünce, haritada çok zorlu gözükmeyen Hekimdağı geçidi ve Aynalıkaya geçidini aşmak çok zor oldu bus için. Özellikle Eskişehir çıkışında rampaya tırmanmaya başlayınca yakıt hızla tükenmeye başlamıştı. Yaklaşık 100 km yakıt istasyonu bulunmaması ve yolun yer yer tek şeride düşmesi bastıran uykuyla birleşince gecenin ilerleyen saatlerinde, ızdırap halini almaya başlamıştı. Nihayet sabaha karşı Mudurnu’ya varıp derin uykuya dalmıştım.
Camperimde derin bir uyku çektikten sonra Mudurnu tüm doğallığıyla
karşımda. Haşhaşlı koşma, keçi peyniri ve çay. Sıradan bir kış sabahı olduğu
için, etrafta başıboş köpeklerden başka pek bir canlı yok.
Mudurnu Bolu şehir merkezine 50 km mesafede bulunuyor. Bölgede Karadeniz
iklimi ve yeşili dominant halde. Burası Hititler'den Bizans'a Osmanlı'dan Selçuklu'ya birçok
farklı medeniyete ev sahipliği yapmış tipik bir Anadolu kasabası. Tamamı sit
alanı olan bölgede, birçok tarihi Türk konağı bulunuyor. Kasabanın çatısı
konumundaki saat kulesinin yanındaki ufak parmaklıklı alan ise ziyaretçilere
panoromik kasaba manzarası izleme fırsatı sunuyor.
Daha
çok Ankara’lı gezginlerin ziyaret ettiği kasabada, soğuk bir çam havası var.
Aşağı yukarı bir buçuk saat içinde bütün sokaklarını dolaşıp fotoğraflamaya
çalıştım. Ve manzaranın nefis gözüktüğü yer. Saat kulesi…
Beldenin
girişinde belediyenin eski emektarları da sergileniyor.
Mudurnu’dan
ayrılmadan önce Bus’un motor yağını ve kayışını kontrol ettim. Distribütörün
bloğa bağlı olduğu yerden sızan motor yağı haricinde başka problem
gözükmüyordu. Bu sorunda uzun zamandan bu yana devam ettiğinden, motorun yağını
tamamlayıp tekrar yollara düşüyorum.
Mudurnu’dan
çıktığımda ise Göynük’e uğramak gibi bir planım vardı. Fakat havanın ani
soğuması ve Bolu’daki durakların fazla olması nedeniyle Göynük’ü bir başka
bahara bıraktım.
Abant
gölüne dağ yolundan tırmanırken çektiğim bir kare.
Bolu-Abant
Abant gölü çam ormanarının arasında kalan, tertemiz havasıyla
ziyaretçilerine keyifli haftasonları vaat eden bir yer. Etrafında 7 km
uzunluğunda faytonlarında işlediği parke bir yol var.
Orman ve göl manzarası çok etkileyici olan mekanda
dinlenmek ve kafa dağıtmak çok olası.
Buz tutan gölde balık tutan kimselerde bulunmuyordu.
Tabiki böyle yerlerin vazgeçilmez ikilisi sucuk-ekmektir.
Bolu-Gölcük
Abant’tan çıkınca çam ormanlarının arasından kıvrılarak
giden yol beni ilk olarak Bolu şehir merkezine çıkardı. Buradan bir miktar
alışveriş yaptıktan sonra istikamet yine bir zirve gölü olan Gölcük köyü. Bolu şehir
merkezine yaklaşık 30 km mesafede bulunan köye ulaşmak için yolun yarısını
tırmanmak gerekiyor. Tabiki yalnızca 50 beygir güce sahip Vw’le bunu yapmak
müthiş bir deneyimJ Yaklaşık bir saat sonra zirvedeyiz. (Avarage pace 4:00):)
Göle gelir gelmez giriş ücretinin ödendiği yerde
konuştuğum yetkili alanda gece kamp yapılmasının yasak olduğunu belirtti.
Planım, o gece orada kalmaktı, fakat olmadı. Çok acıktığımdan dolayı bu duruma
üzülme fırsatı bile bulamadan, yemek faslına geçtim.
Göle hakim bir masaya kurulup, yemeğin tadını çıkarttım. Yiyecekler
ve manzara en az Ayayorgi’dekiler kadar güzeldi.
Alan kalabalık ziyaretçi kitlesine rağmen çok bakımlı ve
temiz. Her masanın yakınında bir mangal mevcut. Gölün etrafını çevreleyen parke
bir yol, ahşap iskele ve yeşilin her tonunun bulunduğu bitki örtüsü. Gölcük
gerçekten çok iyi düzenlenmiş bir yer ve kartpostallık fotoğraflar için çok
uygun bir doğası var.
Gece havanın kararmasıyla mangalda Türk kahvelerini de
devirdikten sonra gitme vakti gelmişti artık. Güneşin batmasıyla havanın ani soğuması ve alanda bulunan
marketin çok kısıtlı satış yapması dikkat edilecek konular. Gölcük çok güzel
bir doğa harikası aslında. Abant ve Yedigölleri bilmem ama en yakın fırsatta
Gölcük’ü yeniden ziyaret edeceğim.
Bolu şehir merkezi
Gölcük’te
konaklama musadesi verilmemesi, o gece için Bolu şehir merkezinde uygun bir yer
bulmaktan başka çare bırakmadı bana. İki koca günün hissettirdiği yorgunluk, kent
meydanını dolaşmama bile fırsat vermeden, beni derin bir uykuya daldırdı.
3.GÜN
Bolu-Yedigöller
Sabah uyanır
uyanmaz ilk durak Yedigöller. Bolu şehir merkezinden yaklaşık 50 km kadar içeride
bulunan bölgenin Mengen üzerinden farklı bir çıkış rotası da mevcut. Ben
İstanbul-Ankara otoyolundan sapılan güzergahdan çıkmaya çalıştım. Fakat daha
önce bu bölgeye hiç gelmemiş olmam ve yaptığım araştırmaların da güncel
olmaması 3. Günün biraz zorlu geçmesine sebep oldu. Dağın eteğindeki köyleri
geçip yavaş yavaş rampalara tırmanmaya başlayınca yolların çok bozuk olduğunu
gördüm. Aklımda bin bir düşünce, vazgeçmek tarafına yaklaşmış iken, Karayolları
müdürlüğüne ait bir araç yanımda durdu ve yolun kışın genellikle kapalı
olduğunu, tadilatın devam ettiğini ama zorlanarak da olsa çıkabileceğimi
belirtti. Hata mı diyeyim, fazla cesaret mi? Rampaları teker teker aşmaya
başladıkça bitmeyen yolun verdiği kasvet iyice arttı. Yani kış mevsiminde
birkaç saat boyunca bir sonraki virajın bile gözükmediği yolda yalnız
ilerlemek.
Yedigöl’e ulaşana kadar hiçbir canlı
görmemiştim. Dağın zirvesini aşınca, yol rampa aşağıya düşmeye başlamıştı.
Çamur deryasının içinde ilerlemeye çalışmam canımı iyice sıkmıştı. Rampa aşağı
inerken çamur, balçık ve çukurla kaplı yolları aşmak kolaydı. Fakat çıkıp
çıkamayacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Aracın alt takımları sürekli
balçıkları süpürüyor, sert taşlar ön dingile zarar verecek kadar sert
çarpıyordu. Adeta drift yapar şekilde uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından
Yedigöl’e nihayet varabildim.
Yedigöller
milli parkına ulaşınca aslında yapılacak aktivite bakımından pek zengin bir yer
olmadığını anladım. Burası ucu bucağı olmayan bir yeşil cenneti. Şehir
merkezine çok yakın bir konumda olmaması, hızlı tüketilmesini engellemiş. İyice
acıkan karnımı büyük bir kahvaltı masasıyla tatmin ettikten sonra yürümeye
başladım. Saatlerce yürüdüm, fotoğraf çektim, uzandım ve tekrar yürüdüm. Yeşile
bir geçen sene Kastro-Kırklareli (Langoz ormanları) arasında doymuştum, birde
bu gün herhalde.
Yedigöller, Bolu’da gittiğim diğer göller gibi günübirlik gidilip
dönülecek bir atmosferde olmayan bir yer. Yazın çadır kampları, bungalovlar
fazlasıyla ilgi görüyormuş. Bölgede gölleri panoromik açıyla izlemeye fırsat
veren Kapankaya seyir terası ve çok yaşlı bir anıt ağaç var.
Saat öğleden sonrayı göstermeye başlayınca nihayet uzun ve
düşünceli dönüş yolculuğuma kaldığım yerden devam ettim. Tedbir amaçlı telefon
çeken bir kuytu bulunca, ilçe Jandarma’yı bile yolda olduğumla ilgili
bildirmiştim. Çünkü balçık kaplı rampaları çıkamayabilirdim. Webasto mazot depomda 2-3 litre mazot vardı
ve yolda telefon çok kıstlı yerlerde çekiyordu.
Ve bebeğim beni en dar, çukurlu ve çamurlu rampalarda
yolda bırakmayarak yine gönlümü kazanmıştı. İlk ve son olmasını dilediğim bu
off-road maceram, aslında küçücük bir motorun neler yapabileceğini bana
göstermişti. 50 hp yeter mi? Merak etmeyin yetiyorJ.
Zirveden aşağı inerken moralim çok yükselmişti. Klasik Vw’
le bir seyahatimi daha tamamlamaya yakındım. Kış ortasındaki yoğun iş, okul,
spor temposu, İstanbul’un bunaltan trafiği ve betonu, şehirden kaçma kültürüne
beni bir adım daha yaklaştırmıştı.
Aklımın bir ucunda Mengen’e dönüp yerel lezzetleri tatmak
vardı, devam ettim ve ana yola çıktım. Burası T şeklinde bir kavşaktı.Sağa
dönersem İstanbul, solda Mengen. Sağ taraf galip geldi ve bir başka tarihte
Mengen’e, Göynük’e, ve Gölcük’e tekrar ziyaret etme fikriyle İstanbul’un yolunu
tuttum.
Aslında tüm yazı boyunca tekil şahıs kullandım ama bu turda üç kişiydik. Ailemle birlikte geçirdiğim 3 gün ve kat ettiğim yaklaşık 1200 km çok keyifliydi. Keyifli olmayan tek şey bir pop-up tavan. İstanbul’a döner dönmez ilk boşlukta bu işin peşinden koşacağıma yemin ederim.
Ocak 2014.