10 Mart 2014 Pazartesi

Soğuk bir haftasonu Kütahya Eskişehir Bolu Mudurnu Abant Gölcük Yedigöller...


1.GÜN

Kütahya-Çavdarhisar

Uzun zamandır planladığım bir güzergah olan İzmir, Kütahya, Eskişehir, Bolu, İstanbul seyahatine soğuk bir kış tatilinde nihayet başlayabildim. Aslında bu rotanın bahar aylarında kat edilmesi görsel ve konfor açısından daha mantıklı olsa da, mevcut zaman sıkıntısı nedeniyle kışın ortasında yola düşmekten başka çare yoktu. Aracın Webasto bakımı, motor, yürüyen aksam kontrollerini yaptıktan sonra çıktığım yolda ilk durak Kütahya’nın Çavdarhisar ilçesindeki Aizanoi antik kenti. Bölge Kütahya şehir merkezine 60 km uzaklık da ve Çavdarhisar ilçesinin birkaç kilometre Kuzeyinde bulunuyor. Efes, Bergama, Side gibi antik şehirlere çok benzeyen alanda, Zeus tapınağı ve bir tiyatro-stadyum bulunuyor.

Antik kent, girişinde hala kullanımda olan tarihi bir köprüyle karşılıyor misafirlerini.


Sabah saatin çok erken olması, uzun pozlamadan da yansıma fotoğrafı çekebilmeme fırsat verdi. Köprüyü geçip ilerlediğimizde ise solda Zeus tapınağı bulunuyor. Zeus tapınağının bir kısmı yıkılmış ve sütünlar ayakta zor durur durumda. 


Tapınağın önünde bulunan kadın büstü biçimli akroter, tapınağın yalnızca Zeus'a adanmamış olabileceğini gösteren bir işaret diyor viki.


Ve bütün turizm eklerine konu olan akroteri, tapınağı da tasvir edecek biçimde çekmeye çalıştığım kare.



Aizanoi’nin fenomen karesi.

Zeus tapınağından çıkıp Kuzey’e doğru ilerledikçe sırasıyla Roma hamamı, stadyum ve antik tiyatro geliyor.


Zeus tapınağının sabah ayazındaki uzak görüntüsü.


Roma hamamı.



Dünyanın ilk borsası, Aizonai antik kentinde kurulmuş.


Hamamın hemen önündeki toprak yol ise birkaç yüz metre ileride stadyuma ulaşıyor.




Tiyatronun büyük bir bölümü yıkılmış. Stadyum ve tiyatronun bitişik olması, antik dönemde bugüne kadar hiç karşılaşılmamış bir mimari örneği(miş).

Aizonai antik kentinden ayrılmadan önce bir sonraki durak yakın olmadığı için kahvaltı molası veriyorum. Havanın ısınması ile birlikte kahvaltı sofrasını T2 Camper’lerin en sevdiğim özelliği olan araç dışına doğru açılan masada kuruyorum. Antik kentin üzerinde güneş yavaş yavaş yükselirken Kütahya şehir merkezine doğru hareket zamanı geliyor. 

Kütahya

Kütahya Üniversite öğrencilerinin ve Er eğitim alayının kalkındırdığı ufak bir şehir. Askeri öğrencilik yıllarımda dağlarında yattığım, mecburiyet caddesinde turladığım ve herkes gibi vazonun önünde buluştuğum bir yer aklımda kalan. Ha birde soğuk iklimi meşhur. Ama şans bu sefer bana yardım etti ve son olarak sekiz sene önce ilk kez gördüğüm şehri güneşli bir günde tekrar gezme fırsatı buldum. Son derece sakin olan şehir merkezi aslında sosyal açıdan tamamen Eskişehir’e bağımlı halde. Kentin her yerinde çini kaplamalı vazolar, süsler var. Aslına bakılırsa Çini’yi işleme sanatının bir ritüele dönüşmemesi için katma değeri olan ürünlerde kullanılması şart. Böyle bir sanat var ortada ama pek kimsenin haberi yok gibi. Bu sancıyı, Türk sanat müziğiyle ilgilendiğim dönemlerde de hissetmiştim. Ortada müthiş bir performans var ama sihirli biri dokunup, malzemeyi günümüz dünyasına uydurmadığı sürece hak ettiği değeri yeterince göremeyecek gibi…   


Kütahya şehir merkezinde bulunan Ulu Cami, kentin en büyük ve gösterişli camisi. Yıldırım Beyazıd döneminde yapılan Camiye Mimar Sinan’ın da eli de değmiş.


Kütahya çini müzesi.


Yeşil Camii.


Çinileriyle ünlü “Çinili Camii”.


Germiyan sokakta restore edilen Kütahya konakları ise kentin çekim merkezi durumunda.



Kütahyanın en meşhur yiyeceği budur ve benim en büyük favorimdir. Haşhaşlı börekJ..

Frig Vadisi

Kütahya Eskişehir arasında bulunan Frigya bölgesi, Namıdeğer Frig vadisine, Porsuk çayının eşliğinde akşama doğru ulaşabildim.Volkan tüfü denilen taş yapısının bölgede çok bulunması ve işlenebilmesinin kolay olması nedeniyle zamanında burada bir takım arkadaşlar yaşamış. Bunlarda o arkadaşların yaptığı kaya mezarları..


Tabiki bütün memleketin oyuklarında olduğu gibi burada da mangal, bira şişesi ve spreylerle yazılmış nağmeler mevcut..


Eskişehir

Eskişehir. Daha keşfedecek onlarca yer var iken bir türlü vazgeçemediğim güzel şehir.Sanatçının elinde bir şehir sanatla nasıl yoğulur, siyasete bulaşmadan problemler nasıl halledilir ve nasıl mutlu insanların olduğu bir şehir yaratılır? Cevabı: Yılmaz Büyükerşen. O bir adam.


Sazova parkı yakın zamanda açılmasına rağmen halkın çok fazla ilgi gösterdiği bir alan. Özellikle hafta sonları birçok kişi tarafından ziyaret edilen park temiz ve bakımlı. Ayrıca gayet medeni ve herkese yetecek kadar geniş bir alana sahip. İçerisinde sanat ve bilimle alakalı kompleksler mevcut. Sevgili İzmir’imizin saygıdeğer Büyükşehir belediye başkanına da bu parkı inceleyip kendisine yeni misyonlar edinmesini, büyük bir heyecanla temenni ediyoruz.


Şehir merkezindeki Odunpazarı evleri bölgenin çekim merkezi halinde. Birçok sanat galerisi ve atölyenin bulunduğu bölge, aslında şehrin tarihi noktalarının canlandırılmasının bölgeye ne kadar enerji getirdiğinin göstergesi.



Atlıhan el sanatları çarşısı Kurşunlu Cami ve Külliyesinin civarındaki geniş avlulu ahşab bir tarihi han. Alt kattan atölyeler, üst katta ise el yapımı turistik eşyalar satılıyor.


Kurşunlu Cami ve Külliyesi Odunpazarı evlerinin en yukarısında bulunan, içerisinde dünyanın ilk Lületaşı müzesi ve cam sanat atölyelerinin bulunduğu tarihi bir yapı.


Günün yorguluğu, Külliyeden yükselen Ney  sesi ile birleşince bahçedeki bankta bir koca saat kafa dinleme fırsatım oldu. Benden sonraki çift muhtemelen ortamın atmosferinden etkilenen diğer kurbanlar.

Bir sonraki durak ziyaretçi akını yüzünden, girmek için yaklaşık bir saat sırada beklediğim Yılmaz Büyükerşen balmumu heykeller müzesi. Müze, başkanın yıllar boyunca yaptığı 120 farklı heykelden oluşuyor.


Usta iş başında.




Eskişehir Adalar bölgesi, çarşının ve Porsuk çayının birleştiği kalabalık bir üçgen.



Haller gençlik merkezi Cumhuriyet döneminde meyve sebze hali olarak kullanılan eski bir depo. Şehir merkezinde kötü bir görüntü oluşturduğu düşünüldüğü için, yıkılması  düşünülürken, Büyükerşen tarafından mimarisi korunarak restore edilmiş. Yapımında Landra’daki “Covent Garden”, Hamburg’daki çiçek hali binasından esinlenilmiş. İki katlı olan yapının üst katında bir tiyatro, alt katında ise kafeler ve şarap evleri bulunuyor. Doğu ve Batı kültürünü sentezleyen mekanın atmosferi çok çekici.


Mazlumlar muhallebicisi ise favori mekanım. Alt katta bulunan tatlıcının en meşhur ürünü su muhallebisi. Diğer tatlılarıda enfes gözükmesine rağmen, Eskişehir’in diğer güzel yemeklerine de yer kalması amacıyla çok geç olmadan çarşının yolunu tutmam gerek.


Papağan çiğ börek ise bir çok yeme içme mekanı arasında en kalabalık olanı. İçeride yer bulmanın neredeyse imkansız olduğu mekanın tek dikkat edilesi tarafı yeni pişmiş böreklerin ağzınızı yakmaması için yemeden önce biraz soğutulmasının gerektiği.


Çok aç olduğum için fotoğraf çekmek son parçada aklıma geldi.





Karakedi bozacısı ise içinde yer bulmakta zorlanacağınız bir başka favori mekan. Boza, mısır fermantasyonu ile yapılan, tatlı ve yoğun kıvamı olan bir içecek. İçecek dedim ama, yeniliyor mu, içiliyor mu ben yıllardır çözemedim. Leblebi ve tarçınla zenginleştirebiliyorsunuz ama kalori bombası olduğu için biraz dikkat etmek gerek.


 Karakedi bozacısının hemen karşı sokağında ise bir başka tarihi mekan olan Tatlıdil köftecisi bılunuyor. Üzüm şırası ve Piyaz, köftenin en iyi arkadaşları.


Son iki yıldan bu yana Eskişehir’e hiç uğrayamamış olsam da, şehir her geçen gün beni şaşırtacak kadar büyüyor ve zenginleşiyor. Fiziken benzeyen hiçbir tarafı olmasa da, doğup büyüdüğüm yer olan İzmir’e çok benzettiğim bu şehir, insanlarının hayat tarzı, gece hayatı, özgürlük ve bir sanatçının elinde şekillenmiş olmasından dolayı benim için her zaman çekiciliğini koruyacak nadir yerlerden biri.



Eskişehirde gece yarısına yaklaşırken  uğradığım son yer ise Varuna gezgin isimli mekan. Burayı fanatiği olduğum İz tv sayesinde tanıma fırsatım oldu. 2004 yılında iki sırt çantalı gezgin tarafında açılan mekan, dünyanın çeşitli yerlerini gezerken edindikleri tecrübeleri paylaştıkları bir nokta. Kendileri ile iletişim halinde oldukları insanlara konaklama ve rehberlik hizmeti veriyorlar. Sırt çantası, mat, uyku tulumu, kamp gereçleri kiralıyorlar. Grubun asıl felsefesi ise özgür ruhlu olmak. Bunun için paranın hiç önemli olmadığını söylüyorlar. 21 günde 100 Dolar ile kara yolunu kallanarak Hindistan/Katmandu’ya gittiklerini ballandıra ballandıra anlattıklarında buna çok şaşırmıştım. Farklı kültürleri tanımak, değişik atmosferlerde soluk almak için Avrupa’ya takılı kalmak zorunda olmadığımızı çok net şekilde ifade ediyorlar. 


Durum benim için daha farklı aslında. 2013 yılı itibariyle, nihayet tanıyabildiğim triathlon sporu sayesinde bir çok uzun mesafe bisiklet antremanı yapma fırsatım oldu. Bisiklet ile çıktığım turlarda çok farklı yerler gördüm. Bisiklet aslında özgürlüğün en büyük sembolü.
Klasik Volkswagen'ler yolda iken doğaya biraz daha fazla karbon salınımı yapsa da, bisiklet kullanımı/turizmi bunu fazlasıyla absorbe edebiliyor ve bunun dünyanın geleceği için ne kadar gerekli olduğu çok açık.

Bolu-Mudurnu

Eskişehir’de güzel bir gece geçirdikten sonra, çok yorulmuştum. Buna rağmen plana uyarak Bolu’ya hareket etmek için kendimi cesaretlendirmem gerekiyordu. Planıma göre gece Mudurnu’da konaklayıp, sabah köy atmosferinde uyanmak vardı. Yollara düşünce, haritada çok zorlu gözükmeyen Hekimdağı geçidi ve Aynalıkaya geçidini aşmak çok zor oldu bus için. Özellikle Eskişehir çıkışında rampaya tırmanmaya başlayınca yakıt hızla tükenmeye başlamıştı. Yaklaşık 100 km yakıt istasyonu bulunmaması ve yolun yer yer tek şeride düşmesi bastıran uykuyla birleşince gecenin ilerleyen saatlerinde, ızdırap halini almaya başlamıştı. Nihayet sabaha karşı Mudurnu’ya varıp derin uykuya dalmıştım.


Camperimde derin bir uyku çektikten sonra Mudurnu tüm doğallığıyla karşımda. Haşhaşlı koşma, keçi peyniri ve çay. Sıradan bir kış sabahı olduğu için, etrafta başıboş köpeklerden başka pek bir canlı yok.

Mudurnu Bolu şehir merkezine 50 km mesafede bulunuyor. Bölgede Karadeniz iklimi ve yeşili dominant halde. Burası Hititler'den Bizans'a Osmanlı'dan Selçuklu'ya birçok farklı medeniyete ev sahipliği yapmış tipik bir Anadolu kasabası. Tamamı sit alanı olan bölgede, birçok tarihi Türk konağı bulunuyor. Kasabanın çatısı konumundaki saat kulesinin yanındaki ufak parmaklıklı alan ise ziyaretçilere panoromik kasaba manzarası izleme fırsatı sunuyor.



Daha çok Ankara’lı gezginlerin ziyaret ettiği kasabada, soğuk bir çam havası var. Aşağı yukarı bir buçuk saat içinde bütün sokaklarını dolaşıp fotoğraflamaya çalıştım. Ve manzaranın nefis gözüktüğü yer. Saat kulesi…


Beldenin girişinde belediyenin eski emektarları da sergileniyor.

Mudurnu’dan ayrılmadan önce Bus’un motor yağını ve kayışını kontrol ettim. Distribütörün bloğa bağlı olduğu yerden sızan motor yağı haricinde başka problem gözükmüyordu. Bu sorunda uzun zamandan bu yana devam ettiğinden, motorun yağını tamamlayıp tekrar yollara düşüyorum.


Mudurnu’dan çıktığımda ise Göynük’e uğramak gibi bir planım vardı. Fakat havanın ani soğuması ve Bolu’daki durakların fazla olması nedeniyle Göynük’ü bir başka bahara bıraktım.


Abant gölüne dağ yolundan tırmanırken çektiğim bir kare.

Bolu-Abant


Abant gölü çam ormanarının arasında kalan, tertemiz havasıyla ziyaretçilerine keyifli haftasonları vaat eden bir yer. Etrafında 7 km uzunluğunda faytonlarında işlediği parke bir yol var.


Orman ve göl manzarası çok etkileyici olan mekanda dinlenmek ve kafa dağıtmak çok olası.


Buz tutan gölde balık tutan kimselerde bulunmuyordu. Tabiki böyle yerlerin vazgeçilmez ikilisi sucuk-ekmektir.


Bolu-Gölcük

Abant’tan çıkınca çam ormanlarının arasından kıvrılarak giden yol beni ilk olarak Bolu şehir merkezine çıkardı. Buradan bir miktar alışveriş yaptıktan sonra istikamet yine bir zirve gölü olan Gölcük köyü. Bolu şehir merkezine yaklaşık 30 km mesafede bulunan köye ulaşmak için yolun yarısını tırmanmak gerekiyor. Tabiki yalnızca 50 beygir güce sahip Vw’le bunu yapmak müthiş bir deneyimJ Yaklaşık bir saat sonra zirvedeyiz. (Avarage pace 4:00):)


Göle gelir gelmez giriş ücretinin ödendiği yerde konuştuğum yetkili alanda gece kamp yapılmasının yasak olduğunu belirtti. Planım, o gece orada kalmaktı, fakat olmadı. Çok acıktığımdan dolayı bu duruma üzülme fırsatı bile bulamadan, yemek faslına geçtim. 



Göle hakim bir masaya kurulup, yemeğin tadını çıkarttım. Yiyecekler ve manzara en az Ayayorgi’dekiler kadar güzeldi.


Alan kalabalık ziyaretçi kitlesine rağmen çok bakımlı ve temiz. Her masanın yakınında bir mangal mevcut. Gölün etrafını çevreleyen parke bir yol, ahşap iskele ve yeşilin her tonunun bulunduğu bitki örtüsü. Gölcük gerçekten çok iyi düzenlenmiş bir yer ve kartpostallık fotoğraflar için çok uygun bir doğası var.


Gece havanın kararmasıyla mangalda Türk kahvelerini de devirdikten sonra gitme vakti gelmişti artık. Güneşin batmasıyla  havanın ani soğuması ve alanda bulunan marketin çok kısıtlı satış yapması dikkat edilecek konular. Gölcük çok güzel bir doğa harikası aslında. Abant ve Yedigölleri bilmem ama en yakın fırsatta Gölcük’ü yeniden ziyaret edeceğim.

Bolu şehir merkezi

Gölcük’te konaklama musadesi verilmemesi, o gece için Bolu şehir merkezinde uygun bir yer bulmaktan başka çare bırakmadı bana. İki koca günün hissettirdiği yorgunluk, kent meydanını dolaşmama bile fırsat vermeden, beni derin bir uykuya daldırdı.

3.GÜN


Bolu-Yedigöller

Sabah uyanır uyanmaz ilk durak Yedigöller. Bolu şehir merkezinden yaklaşık 50 km kadar içeride bulunan bölgenin Mengen üzerinden farklı bir çıkış rotası da mevcut. Ben İstanbul-Ankara otoyolundan sapılan güzergahdan çıkmaya çalıştım. Fakat daha önce bu bölgeye hiç gelmemiş olmam ve yaptığım araştırmaların da güncel olmaması 3. Günün biraz zorlu geçmesine sebep oldu. Dağın eteğindeki köyleri geçip yavaş yavaş rampalara tırmanmaya başlayınca yolların çok bozuk olduğunu gördüm. Aklımda bin bir düşünce, vazgeçmek tarafına yaklaşmış iken, Karayolları müdürlüğüne ait bir araç yanımda durdu ve yolun kışın genellikle kapalı olduğunu, tadilatın devam ettiğini ama zorlanarak da olsa çıkabileceğimi belirtti. Hata mı diyeyim, fazla cesaret mi? Rampaları teker teker aşmaya başladıkça bitmeyen yolun verdiği kasvet iyice arttı. Yani kış mevsiminde birkaç saat boyunca bir sonraki virajın bile gözükmediği yolda yalnız ilerlemek.


 Yedigöl’e ulaşana kadar hiçbir canlı görmemiştim. Dağın zirvesini aşınca, yol rampa aşağıya düşmeye başlamıştı. Çamur deryasının içinde ilerlemeye çalışmam canımı iyice sıkmıştı. Rampa aşağı inerken çamur, balçık ve çukurla kaplı yolları aşmak kolaydı. Fakat çıkıp çıkamayacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Aracın alt takımları sürekli balçıkları süpürüyor, sert taşlar ön dingile zarar verecek kadar sert çarpıyordu. Adeta drift yapar şekilde uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından Yedigöl’e nihayet varabildim.


Yedigöller milli parkına ulaşınca aslında yapılacak aktivite bakımından pek zengin bir yer olmadığını anladım. Burası ucu bucağı olmayan bir yeşil cenneti. Şehir merkezine çok yakın bir konumda olmaması, hızlı tüketilmesini engellemiş. İyice acıkan karnımı büyük bir kahvaltı masasıyla tatmin ettikten sonra yürümeye başladım. Saatlerce yürüdüm, fotoğraf çektim, uzandım ve tekrar yürüdüm. Yeşile bir geçen sene Kastro-Kırklareli (Langoz ormanları) arasında doymuştum, birde bu gün herhalde.


Yedigöller, Bolu’da gittiğim diğer göller gibi günübirlik gidilip dönülecek bir atmosferde olmayan bir yer. Yazın çadır kampları, bungalovlar fazlasıyla ilgi görüyormuş. Bölgede gölleri panoromik açıyla izlemeye fırsat veren Kapankaya seyir terası ve çok yaşlı bir anıt ağaç var.


Saat öğleden sonrayı göstermeye başlayınca nihayet uzun ve düşünceli dönüş yolculuğuma kaldığım yerden devam ettim. Tedbir amaçlı telefon çeken bir kuytu bulunca, ilçe Jandarma’yı bile yolda olduğumla ilgili bildirmiştim. Çünkü balçık kaplı rampaları çıkamayabilirdim.  Webasto mazot depomda 2-3 litre mazot vardı ve yolda telefon çok kıstlı yerlerde çekiyordu. 


Ve bebeğim beni en dar, çukurlu ve çamurlu rampalarda yolda bırakmayarak yine gönlümü kazanmıştı. İlk ve son olmasını dilediğim bu off-road maceram, aslında küçücük bir motorun neler yapabileceğini bana göstermişti. 50 hp yeter mi? Merak etmeyin yetiyorJ.

Zirveden aşağı inerken moralim çok yükselmişti. Klasik Vw’ le bir seyahatimi daha tamamlamaya yakındım. Kış ortasındaki yoğun iş, okul, spor temposu, İstanbul’un bunaltan trafiği ve betonu, şehirden kaçma kültürüne beni bir adım daha yaklaştırmıştı.

Aklımın bir ucunda Mengen’e dönüp yerel lezzetleri tatmak vardı, devam ettim ve ana yola çıktım. Burası T şeklinde bir kavşaktı.Sağa dönersem İstanbul, solda Mengen. Sağ taraf galip geldi ve bir başka tarihte Mengen’e, Göynük’e, ve Gölcük’e tekrar ziyaret etme fikriyle İstanbul’un yolunu tuttum.


Aslında tüm yazı boyunca tekil şahıs kullandım ama bu turda üç kişiydik. Ailemle birlikte geçirdiğim 3 gün ve kat ettiğim yaklaşık 1200 km çok keyifliydi. Keyifli olmayan tek şey bir pop-up tavan. İstanbul’a döner dönmez ilk boşlukta bu işin peşinden koşacağıma yemin ederim.




Ocak 2014.